Hayatı ne kadar ciddiye aldığınızı bilemiyorum, ancak insanın hayatı ne kadar ciddiye aldığı biraz da hayattan ne beklediğine bağlı herhalde.. Bizi dört yanımızdan kuşatan gündelik ihtiyaçlar, çoğu zaman kendimizi kendimizin bile tanıyamayacağı kimlikler içerisine sokabiliyor. Bizde bu değişimi sağlayan faktörler ekonomik midir, sosyolojik midir, psikolojik midir bunun pek ayrımına varamıyoruz çoğu zaman… Hâl böyle olunca toplumun bazı kesimleri ile hadiseleri değerlendirirken hangi değerleri esas alacağımızı da doğrusu kestiremiyoruz.
Efendim, hepinizin mâlumudur ki “Dilenmek“; birisinden bir şey istemek, ama biraz da kendini hakir görerek, aşağılayarak bir şey istemek, yalvarıp yakarıp el etek öperek bir şeyler dilemek, arzu etmek, talep etmek anlamlarında kullanılır. Dilenciliğin dünyanın en eski mesleklerinden biri olduğu da ayrı bir realite..
Çoğu zaman şehirlerin köşebaşlarını tutmuş görürsünüz onları.. Her zaman ya bir yetimleri vardır, ya da istedikleri bir ekmek parasıdır. Onlar her zaman kahredici bir mahçubiyet içindedirler. Sonrası kolay olsa da “ilk el açış” çok ama çok zordur onlar için.. Gözlerini kaldırıp gözlerinizin içine bakamayacak kadar eziktirler. Yaptıkları işten asla memnun olmadıklarını, insanlardan yardım dilenirken uzattıkları ellerinin titreyişinden anlarsınız. Avuçlarına bırakılanın ne olduğunu bir an önce görmek için gösterdikleri merak ve telâşa hangi yürek dayanır dersiniz. Onlar her zaman “dilenciye bile verilemeyecek kadar az” olana lâyık görülürler. Aldıkları sadakanın ardından her türlü horlama ve aşağılama “veren“in en tabii hakkıdır nedense (!). Bereketsizlik, onların ağızlarından hiç eksik etmedikleri dualarında mıdır, yoksa bizim sadakalarımızdaki ihlâs eksikliğinde midir, bilinmez. Giymekten usandığımız en eski elbiselerimiz, yakası dönmüş gömleklerimiz, tabanı çıkmış ayakkabılarımız “hediye” edilmek için onların kapılarımıza kadar gelmesini bekler hep.. Onlar, “Veren el, alan elden üstündür” sözünün altında ezilirken, verenler, dünyalıklarına dünyalık katmanın dayanılmaz hazzını yaşarlar sürekli.. Ama nedense onlar, bu dünyalıkları da onlara veren “Bir“inin olduğunu hatırlarına getirmezler bir türlü..
Oysa bu toplum tarih boyunca ne ince ruhlu insanlar görmüş.. “Düşenin dostu olmazmış” felsefesine inanmanın değil, düşenin elinden tutup kaldırmanın, hasbîce yardımlaşmanın erdem sayıldığı günler varmış.. Düşküne yapılan hayra riyâ gölgesi düşmesin diye, veren alanı, alan da vereni görmesin diye cami duvarlarına ya da sokakların belirli yerlerine sadece ve ancak ihtiyaç sahiplerinin elini uzatabileceği bölmeler yapmışız.. Tıpkı yaptırdığı bir hayır eserinin en görülür yerine yedi sülâlesinin ismini yazmak yerine, sadece “sâhibül-hayrât” (Bir hayır sahibi) deyip geçme inceliğini gösterenler gibi…
Bana sorarsanız ben derim ki ömürleri yağmalanmış bu insanlar dilenmiyorlar, direniyorlar.. Evet, direniyorlar.. Aslında bu, her geçen gün gözlerimizin önünde çürüyüp giden, tel tel dökülen değerlere direnmektir. Kimbilir belki de toplumun toplum oluş ilkelerine direnmektir. Birilerinin ayaklar altında sürünmesi o toplumun bireylerinin ilgi alanı dışında bulunuyorsa, günün birinde o toplumun topyekün ayaklar altında kalması da kaçınılmaz bir son olmaz da ne olur, söyler misiniz? Bu noktada kimin “direnen” ve kimlerin “dilenen” olduğunu anlamak için de “istenen, dilenilen, peşinde koşulan şeylerin ne olduğuna bakmak lâzım elbette.. Neyin, hangi değer yargılarının baştacı edildiği çok önemlidir çünkü..
Hayatın bir yerlerine tutunarak kendi âlemlerinde yaşayıp giden (veya bizim öyle sandığımız) bu insanlar, onları hep yukarıdan seyreden bizleri, acaba ne kadar ilgilendirmiş bugüne kadar? Veya bugünden sonra ne kadar ilgilendirecek? Ellerimiz bu insanlara sadece avuçlarına bir şeyler koyarken temas ediyorsa veya o zaman bile etmiyorsa, bu, toplumun bilmem kaçıncı sınıf insanlarının yaptığı şey “dilenmek” midir, yoksa “her şeye rağmen” içinde yaşadığı topluma “direnmek” midir ? Çok görmüşüzdür, zaman zaman yapılan zâbıta baskınlarıyla ele geçirilen dilencilerin üzerinde veya evlerinde yapılan aramalarda çuval dolusu para bulunur. Fakat ne hikmetse, bu kadar kolay para kazanma yolu varken kimsenin aklından kurulu düzenini bozarak “dilenci” olmak geçmez. Yahut da hiç kimse dünyaya bir daha gelirsem “dilenci” olacağım demez..
Diğer taraftan içinde bulunduğu toplumun hangi tabakasında veya sosyal sınıfında olursa olsun, insanın asırlar boyunca bir “statü“, yani ayrıcalıklı bir konum, belki makam, mevki arayışı içinde olduğu da inkâr edilemez bir gerçek tabii.. Kuşkusuz burada arzulanan “statü“nün nasıl sağlanacağı meselesi ortaya çıkmaktadır. Bir zamanlar eskilerin “liyâkat” yani “bir şeye hakkıyla layık olma” dedikleri bir terim vardı.. Bu “statü“ler liyâkatla sağlanırdı. Belki bunun da hareket noktası “Emaneti ehline veriniz” düsturu, ilkesi ve prensibi idi.. Zamanla bu anlayışın nasıl değiştiğini de gördük.
Tıpkı “direnenler” gibi onlar da köşebaşlarını tutmuşlardır ama, “Onlar“ın tuttukları “köşebaşları” başkadır.. “Statü“leri uğruna fedâ edemeyecekleri “kutsal” yoktur onların.. Onlar “dünyâ-yı dûn uğruna çarha temennâ“dan da usanmazlar zaten.. Onlar her zaman dünyanın merkezidirler. Bu vatan kendilerine aslında çok şey borçludur (!), hatta kendileri yok oldukları anda vatanın da batması mukadderdir. Onlar istemezler, rica ederler. Ricaları her zaman emir demektir çünkü.. Belki size çok ilginç gelecek ama onların elleri isterken de yukarıdadır.. Çünkü bu tür insanların ufukları ancak çıkarlarının uzandığı noktaya kadardır. Fazla söze ne hâcet!
Sözlerimizi büyük şair Nâbî’nin “Görmüşüz” redifli o meşhur gazelinin son beytiyle bitirelim.
“Kâse-i deryûzeye tebdîl olur câm-ı murâd
Biz bu bezmin Nâbiyâ çok bâde-hârın görmüşüz”
Evet, Nâbî diyor ki; “Biz bu içki meclisinin (yani makam ve mevkileri ile insanı sarhoş eden bu dünya meyhanesinin) nice sarhoşlarını görmüşüz ki, murâd aldıkları kadehler gün gelmiş dilenci çanağına dönmüştür.“
Sözümüz dilenenleredir, direnenlere değil! Vesselâm..
YORUMLAR