Evet, Edirne tarihte saraylar ve kervansaraylar şehri olarak bilinmiştir hep.. Bir şehir düşünün ki neredeyse 100 yıla yakın bir zaman diliminde, bir cihan imparatorluğunun başkentliğini yapma şerefine erişmiş olsun. Tarihî süreç içinde dünyanın müze şehirlerinden biri haline gelmiş olsun ve medeniyetin bütün nimetlerinden istifade etmiş, kültür, sanat ve edebiyatta ortaya konulan eserlerle, medreselerinden yetiştirdiği bilim ve sanat adamlarıyla, şairleriyle dünyanın parmakla gösterilen şehirlerinden birisi olsun. İstanbul gibi dünyanın gözdesi şehirlerinden birinin fetih hazırlıklarının baştan sona rüyasının görüldüğü ve nihayet fethinin gerçekleştirildiği zamana tanıklık etsin.. İşte o kutlu belde, o bahtlı şehir Edirne’dir.. Ama “her kemâlin bir zevâli vardır” sözü gereği bir gün gelmiş bu saltanat da sona ermiş.. Şairin dediği gibi; “Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde”.. Bugün geriye 100 yıldır yaralarını sarmaya, düştüğü yerden ayağa kalkmaya çalışan bir Edirne kalmış..
Bugün sizlere, bir köşe yazısının sınırlı imkanları içinde bir zamanlar bu şehre bırakılan sayısız yadigârdan, özellikle birisinden söz etmek istiyorum: Rüstem Paşa Kervansarayı.. Malum, hanlar ve kervansaraylar, eski devirlerin otelleridir. İşte Edirne şehir merkezinde, Selimiye, Eski Cami, Üç Şerefeli Camii, Ali Paşa Kapalı Çarşısı ve Bedesten gibi bir “tarihi eserler adası” içinde böyle bir yapı yer alıyor. Bu muhteşem külliye, 1560-61 yıllarında Kanuni’nin damadı Sadrazam Rüstem Paşa tarafından Mimar Sinan’a inşa ettirilmiş.. Dolayısıyla bir XVI. yüzyıl yapısı.. Aslında pek belli olmamakla beraber bu kervansaray bünyesinde birbirine eklenmiş iki han vardır. İmareti, mescidi, hamam ve tuvaletleri, yolculara ait hayvanların dinleneceği ahırları da bünyesinde bulunduran bu yapı, esasen Osmanlı şehir medeniyetinin sosyal hayata katkı sağlayan müstesna eserlerinden biridir. Bilindiği gibi hanlar ve kervansaraylar genellikle vakıf eserleridir, yani “hayrat” amaçlı olarak inşa edilmiş yapılardır. Bu eserlerin çalışma usulü ve çalışanların ücretleri vakıf sahibi tarafından belirlenip karşılanır, yolcular en fazla 3 gün boyunca bu hanlarda hayvanlarıyla birlikte ağırlanır, 3 sonra Evliya Çelebi’nin tabiriyle “ayakkabıları kapının önünde gideceği yöne çevrilirdi”..! Hadi size güle güle anlamında..!
Tuğla ve kesme taş malzemenin birlikte kullanıldığı Edirne Kervansarayı, bugün otel olarak tarih yolculuğuna devam ediyor. Kervansaray’ın kuzeye bakan ön cephesinde 21 dükkan ile iki giriş kapısı, büyükçe bir orta-iç avlusu; birinci katında 39, ikinci katında 41 olmak üzere 80 odası otel olarak hizmet vermektedir. 1972 yılında bir restorasyon geçiren Kervansaray bu haliyle 1980 yılında dünya çapında bir mimarlık ödülü olan “Ağa Han Mimarlık Ödülü”ne layık görülmüş..
Kısa bir süre önce yeni bir restorasyona maruz kalan bu muhteşem kompleksin özellikle Edirne’ye kültür turizmi açısından sağlayacağı faydalar tartışılmaz.. Bu tür eserler şehirlerin “marka” değerini arttıran, ait oldukları şehirleri uluslararası düzeyde kültür-sanat platformlarına taşıyan yapılardır. Hatta daha da ötesi, bu şehrin tıpkı bir diğer dünya klasiği Selimiye Camii gibi, Edirne’nin sınırlarını aşan bir “Dünya klasiği” olmak gibi ayrıcalıklı bir özelliği ve kimliği vardır. Gezip gördüğüm kadarıyla başarılı bir “yenileme” çalışması ile bu tarihî eserin estetik boyutu her bakımdan öne çıkarılmaya çalışılmış.. Yapının Kuzey’e bakan harap saçakları bu restorasyonu yapanların gözünden kaçmış olmalı! Hatırlatmış olalım..! Ancak beni asıl sevindiren husus, orta avludaki oturma alanında çaylarını ve kahvelerini yudumlayan insanların muhteşem bir klasik Osmanlı musikisi eşliğinde vakit geçirmeye çalışmaları oldu. Bu tür mekanlarda çarpık bir anlayışla dangur-dungur batı müziğini işkence eder gibi insanlara dayatmanın mantığını anlayamamışımdır.. Batı ülkelerinden kalkıp örneğin Edirne’ye gelen bir turist hadi şöyle şu Edirne Kervansaray’ında bir de Türk kahvesi içeyim diyorsa bunun yanında klasik Türk müziği dinlemek ister. Fransa’dan gelip Edirne’de Fransız müziği dinlemek istemez herhalde..! Tereciye tere satmaya gerek yok..! Ben İspanya’ya gittiğimde öyle bir mekanda otursam İspanyol müziği dinlemek isterim. Bilmem anlatabildim mi? Kısacası bu anlamda Edirne Kervansarayı Otel işletmesini çok takdir ettiğimi söylemeliyim. Kervansaray’daki duvar ve ortam süslemelerinin de orijinal yapıyı bozmayan, aksine bina ile uyum sağlayan bir peyzaj düzenlemesi olduğunu sevinerek gördüm. Zira bu güzelliklere çoktandır hasret kalmıştık..
Emanete sahip çıkma bilinci ve görevi kuşkusuz sadece kurum ve kuruluşların görevi değildir. Hangi şehirde olursa olsun o şehirde yaşayan insanların da tarihten, dolayısıyla atalarından, dedelerinden kalan her türlü mirasa duyarlı olması ve sahip çıkması gerekir. Hele dünya kültür mirası sayılabilecek değerde kültür eserine sahip olmak herkese nasib olacak bir zenginlik de değildir. Doğup büyüdüğümüz, içinde yaşadığımız şehirlere biraz da bu gözle bakmak gerektiğine inanıyorum.
Sağlıcakla kalınız.
YORUMLAR