Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Prof Dr Rıdvan CANIM

NEREDE O ESKİ ŞEHİRLER!

İbn Haldun, şehir hayatını “bâdiye“, yani çöl, yaban hayatının bittiği yer olarak tanımlıyor.. Bu, bir anlamda hürriyetlerin sonu anlamına da geliyor belki.. Bugün şehirlerimizin nizam ve intizamı uğruna katlandığımız disiplinin, standartların, düzenlemelerin kuşattığı bir hürriyet.. Hafta sonu ve yaz tatilleri veya bayram günleri gibi çeşitli fırsatlarla kaçıp dışına çıkmaya çalıştığımız ve adına “şehir”  dediğimiz mekânlarda yaşıyoruz. Ruhlarımızı tutsak eden, ama kendimiz için yine kendimiz tarafından hazırlanmış bir çember, bir kıskaç sanki şehirler.. İçerisinde yaşayanları kendinden uzaklaştıran, kaçırtan, dışında yaşayanları ise dayanılmaz cazibesi ile kendisine çeken şehirler…

Evet, hızla kentleşiyoruz.. Burada “kentleşme” sözünü bilhassa seçerek kullandığımı belirtmek isterim. Çünkü şehirleşme ile kentleşme arasında bir anlayış farkının bulunduğuna inanıyorum. Ben, “şehirleşme” sözünden insanların belirli ihtiyaçlarını göz önüne alarak şehirlerini kendi inandıkları değerlere göre oluşturmasını anlar­ken; “kentleşme” sözü bende öncelikle, insanların kayıtsız şartsız hayatlarını teslim ettikleri, kendileri için söz hakkının bulunmadığı ve kendisine asla mü­dahale edilemeyen; her meydanı, her caddesi, her sokağı birbirinin aynı, beton yığınlarından oluşmuş bloklar topluluğu fikrini doğuruyor.. Nedense “kent” sözüyle karşıma hep bu imaj çıkıyor.. Bu süre­cin nerede noktalanacağı ise meçhul..

Her şey, şehirlerimizdeki meydanların, ana cad­delerin ve hatta ara sokakların birbirine benzemesiyle başladı. Mahalle kavramı, bugünün şehir hayatında önemini yitirdi. Artık mahalle kahveleri yok.. Mahalle çocukları yok, apartman çocukları var.. İnsanların, emanet birer eşya gibi, bu yeni kentler, bu başkalarının zevklerine göre inşâ edilmiş beton bloklar içerisine birer birer bırakılması ve adeta kendi hallerine terkedilmesi, insanımızın kaderi ol­mamalı elbette.. Ülkemizin sahil kentlerinde, denize ayaklarını uzatacak kadar yakın mesafede beton bloklar inşâ eden insanların, bu dünyaya, bu ülkeye hangi gezegenden geldiklerini merak etmişimdir hep.. Bir ülkenin insanına ve hatta geleceğine bundan daha büyük bir ihanet düşünülebilir mi? 

Evet, sokaklarımız, ana caddelerimiz ve şehirlerimizin kimliği olan meydanlarımız -varsa tabii- şehirlerimizin ruhuna aykırı olmasın, diyoruz.. Kimlik bunalımı yaşayan şehirlerimizi, yenileşme adına, çevre düzenlemeleri adına boğazlı kazak üzerine kravat takan garip kıyafetli insanlara benzetmeyelim..  Endişemiz, bir gün bütün şehirlerimizin birbirine  benzemesidir. Oysa Edirne, Edirne olmalı.. Diyarbakır, Diyarbakır olmalı, Antalya da Antalya olmalı, Bursa, Bursa olmalı.. Hepsinin birbirine benzediğini düşünün, sonunda kimliksiz, kişiliksiz, beton siteleri ortalığı dolduracaktır.. Bunlara şehir diyebilir misiniz peki?

Eski şehirlerimizin kimliği ve kişiliği vardı.. Ne demek bu? Bu, şu demek: Selimiye, Edirne’nin kimliğidir, Üç Şerefeli, Edirne’nin kimliğidir.. Ali Paşa Kapalı Çarşısı, Edirne’nin kimliğidir.. Saraçlar Caddesi Edirne’nin kimliğidir.. Kırkpınar bu şehrin kimliğidir.. Bir şehrin meydanları ve parkları (varsa) o şehrin kimliğidir.. Bunları kaldırırsanız Edirne’den geriye ne kalır sizce? Bu saydıklarımı kaldırın Edirne’den, bugün ülkemizin bütün şehirlerini çeviren yeni toplu konut alanlarından hiçbir farkı kalmayacaktır bu şehrin.. Edirne’ye gelen bir yabancı, eski Edirne’yi gezip görmek istiyor. Yani “eski” şehri.. Kimliği olan, kişiliği olan, ruhu olan şehri.. Hiçbir şehre benzemeyen, sadece kendisi olan Edirne’yi yani..  

Benliğinden sıyrılmış, kimliğinden uzaklaşmış ruhsuz şehirlerin belki uzun birer ömürleri olabilir, ancak içinde barındırdığı insanlara ne verdiği, her zaman tartışmalara açık olacaktır. Umarız eski şehirlerimiz adına taşıdığımız endişeleri, belediyelerimiz, şehir plânlamacılarımız, mimarlarımız ve mühendislerimiz de paylaşırlar bizimle.. Yaptığı dairenin penceresini karşıki apartmanın duvarına dayamak değildir mimarlık! Ben o evde oturan biri olarak bir ömür boyu penceremden komşunun duvarını seyretmek zorunda değilim.. Evlerimizin çevresinde bir avuç yeşillik bırakmaya tahammülü olmayan bir şehir planlamasını kabullenemiyorum. Zira insanlar binalar için değil, binalar insan içindir. İnşa ettiğiniz plansız, biçimsiz, estetikten uzak beton yığınlarında insanları yaşamak zorunda bırakmayın.. Şimdilik yüreklerimizde taşıdığımız bu endişelere önem vermezsek, korkarız kendi ellerimizle kurduğumuz bu şehirleri, bir gün, tıpkı batılıların yaptığı gibi bırakıp kaçmak zorunda kalacağız.. Korkumuz bundandır.

Hoş kalın, hoşça kalın efendim.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YAZARLAR
TÜMÜ

SON HABERLER